Asik Said
AŞIK SAİDDoğduğu il ve çevresinde, adı ve türküleri hayli yaygın olan Aşık Said'in ne yazık halk edebiyatı sayfalarında adına bile rastlamıyoruz. Doğum ve ölüm tarihleri pek uzaklara gitmiyor. Hatta, ölümünden bu yana sadece 70 yıl dolayında bir süre geçmiş. Yüzyıl bile değil. Öyleyse neden gözlerden uzakta kalmış, uzmanların, araştırmacıların kalemlerinin yakınına düşmemiş? Bu gerçek yalnız Aşık Said için geçerli sayılamaz. Kanayıp gelen bir eski yaradır bu. Hangi alanda olursa olsun, çoğu kez, kendisine değer biçilmesi öngörülen insanları ya öldükten sonra tanımaya ve hatırlamaya çalışıyor, ya da kara toprağın karanlıklarında unutulmaya bırakıp gidiyoruz. Bir değerlendirmeye tutamak olacak çeşitli bilgi ve belgeler -unutulmadan ve yitirilmeden- zamanında ele alınarak geleceğe kazandırılamadığı için, sonradan başlatılan girişimler yer yer eksik, hatalı ve gerçeklere aykırı düşmekten kurtulamıyor. Aşık Said ile ilgili olarak ilerde tekrar döneceğimiz bu tarihi alın yazısının altına bir çizgi çekmekle yetiniyoruz.
Prof. Armin Vambery haklı. O, Macarca bir kitaba yazdığı önsözde şöyle diyordu: “Türk halk edebiyatının hazineleri sokaklara dağılmış inciler, pırlantalar, değerli taşlar gibi darmadağınık bir halde, kendisini toplayacak birisini bekliyordu. İ. Kunos, tamamen ihmal edilmiş bu edebi hazineye ilgi gösterip, etrafa saçılmış bu değerleri toplayarak Avrupalı okuyuculara eşsiz bir halk masalları dizisi sunmuştur.” Batılı, Türk halk edebiyatını Avrupa için “tamamen ihmal edilmiş bir edebi hazine” olarak görürse, bizim ihmalimize ne anlam verilir bilemeyiz. Her ne kadar Aşık Said'in bir Yunus, bir Karacaoğlan, bir Bayburtlu Zihni olduğunu ve Vambery'in pırlantaları arasında yer alacağını söyleyecek durumda değiliz. Ne var ki O bir Emrah değilse de, bir Aşık Said'dir.
Üzerinde durulacak ağırlık noktaları vardır, hem de bazı eksiklerine rağmen. Aşık Said'le birlikte açılmış avuçlara şırıl şırıl dökülen bir kaynağa eğilmiş oluyoruz. Anadolu'nun nice kaynaklarından birisine: Pırıl pırıl, duru ve aydınlık. Gönül gönül akıvermiş içimize, tel tel dökülüvermiş ve ses ses doldurmuş yüreğimizi. Aşıklar demişiz bu kaynağa, Saz Şairi demişiz, Halk Ozanları demişiz.
Adına ne denirse densin, kimliği bilinsin ya da bilinmesin, ulusun öz benliğini yansıtan, onun öz dilini söyleyen bu kaynak bizimdir, bizim kendi halkımızdır biraz da. hayatını öğrenmeden önce Muharrem Ertaş üstadın havalandırdıgı Kızılırmak isimli sarkıyı dinleyelim.
HAYATI
Aşık Said 1251 (1835) yılında Kırşehir İline bağlı Toklumen köyünde doğmuştur. Değirmenci Oğulları denen bir aileden gelmektedir. Said, okuyup yazmayı önce köyün hocasından öğrenmiş, sonra 18 yaşlarında Kayseri'ye giderek iki buçuk yıl medrese öğrenimi görmüştür. Üç kez evlenmiş ve bir çok çocukları olmuştur. Bunlardan dördünün erkek, birinin kız olduğu kesindir. Ayrıca bir oğlu ile bir kızının olduğu da söylenmektedir. Adil ve İbrahim adlarındaki iki oğlu aynı günde ölmüş. Nuri adındaki oğlu 1290 (1874) deki büyük kıtlıkta keme (domalan) toplamak üzere Kızılırmak'ın karşı kıyısına geçerken sandalın devrilmesi sonucu boğularak ölmüştür. Şairin kendisinden sonra yaşayan tek oğlu, O'nun gibi bir halk şairi olan Aşık Seyfullah'dır.
Haşim adındaki bir kardeşi Silifke'de mutasarrıflık yapmıştır.
Aşık Said, Kızılırmak üzerinde kayıkçılık yapardı. Çiftçilikle de uğraşırdı az da olsa. Avcılık ve binicilik sevdiği uğraşlardı. Emmileri de kayıkçılık yapıyormuş, öyleyse bu uğraş onlardan gelmiş olmalı kendisine.
O, bir taraftan kayıkçılık yaparken, bir taraftan da ülkenin bir çok il ve ilçelerini dolaşmış ve sazına oralardan da teller bağlamıştır. Dörtlüklerinde çok yerleri gezdiğini, “Yedi iklim dört köşeyi” dolandığını bildiriyorsa da, adlarını saymıyor. Görüşmelerimizden ve şiirlerinden çıkarabildiğimiz kadarıyla Ankara, İstanbul, Bursa, Eskişehir, Konya, Kayseri, Maraş, Antep, Adana, Mersin, Silifke, Tarsus, İzmir, Manisa, Haymana, Şereflikoçhisar, Aksaray, Keskin bunlardan bazılarıdır. Ayrıca Yemen'e de gitmiştir. Gezdiği yerlerde etkilenme derecesine göre şiirler yazmış, türküler düzmüş.
Bölgedeki yaşlı ve konuya yakınlık duyan kişilerden Aşık hakkında edindiğimiz diğer bazı bilgilerin de buraya aktarılması uygun düşer sanırız.
Bir görüşe göre dört bir görüşe göre altı yıl askerlik yapmış Yemen'de. “Yemen'e giderken” başlıklı şiirinde, asker olarak Yemen'e gittiğini belirleyen tam bir açıklık yoksa da, bölgede askerlik hizmetini Yemen'de yaptığını savunanlar az değildir. Nitekim askerden sevgilisine yolladığı “Mektup” adlı şiirindeki:
Leylayı yitirmiş Mecnuna döndüm
Yana yana ıssız çölü beklerim
mısraları askerliğini Yemen'de yaptığı şeklindeki görüşleri oldukça açıklığa kavuşturmakta, buna “Yemen'e Giderken” şiirindeki:
Yemen'den karalı haber geliyor ,
Nice yiğitler de hasret ölüyor
sözleri de eklendiğinde, askerliğini Yemen'de yaptığı büyük oranda doğruluk kazanıyor.
Türkü söylemeye genç yaşında başlamış ve sözlerini sazının tellerine ustaca dökmesini becermiş. Bağlama çalmayı kendi kendine öğrendiğini, küçük yaşta başladığını söyleyenler çoğunlukta ise de, çocukluğunda komşu köylerden birinde ünlü bir saz erinin yaşadığını ve bu usta kişiden öğrenmiş olabileceğini ileri sürenler de çıkmıştır. Bu kişilerin sözleri tahminden öte geçmediği gibi, isim ve yer de bildirmediklerinden ve hayli azınlıkta olduklarından Şair'in bağlamayı kendi kendine öğrendiği daha çok kesinlik kazanıyor.
Kırkbeş yaşına kadar sazını ilhamlarının dili haline getiren Aşık, bu yaştan sonra çok sevdiği sazını bırakmıştır. Sazını erken bırakması iyi mi olmuştur, kötü mü bilemeyiz. Gerçek şu ki, Aşık Said bugün bağlama tellerinden dökülen türküleriyle yaşayan ozanlardan biri. Türkülerinin çoğu, memleketi olan Kırşehir ve çevresinde hala yaşamaktadır. Derlenemediği için unutulanlar olsa bile. Ayrıca, incelemeler sırasında Kırşehir folklöründeki yerini ve önemli payını da saptamış bulunuyoruz. Üstelik yaşadığı dönemde de türkülerinin yaygın ve tutulur olduğu tartışmasız söyleniyor.
Genel kanı, Aşık Said'in sesinin yanık ve çok güzel olduğu, türkülerini içinden geldiğince okuduğu, başladığını tamalamadan geçmediği, dinleyenlerin ona uyarak sessizce ve zevkle havasına girdikleri biçimindedir. Görüşmelerimiz sırasında, bağlamayı ender bir ustalıkla çaldığını, bir söylediği parçayı uzun bir süre geçmeden bir daha söylemediğini öğreniyoruz.5Bize verilen bilgiye göre, şu örnekler anlatılanları doğrular niteliktedir:
Bir düğünde davetiler arasında, zamanın önde gelen eski bir bağlama erbabı da bulunuyor. İlkin bu sanatçı alıyor tezeneyi ve yumuluyor sazın göğsüne, tellerine. Çalıyor ve söylüyor. Dinleyenler mestoluyor, bir hayranlık rüzgarı esiyor oracıkta. Sonra sıra genç Aşık Said'e geliyor, hem çalıyor, hem söylüyor. Sesi ve sazı o kadar güzelmiş ki, kendisini ilk kez dinleyen ünlü kişi bağlamasını eline alarak ayağa kalkmış, övgüsünü damgalar gibi, sazını ortasından kırıvermiş herkesin önünde.
Yine bir gün, dört gelin kız su dolduruyor bir pınardan. Oradan geçmekte olan Said, bir söğüdün gövdesine yaslandıktan sonra “Ay Dost!...” diye başlıyor çalıp çığırmaya, Kızlar bu güzel, bu yanık, bu içten konser karşısında testilerini yere çalarak beğenilerini açığa vuruyorlar. Bütün bu özelliklerinin normal gereği ise, Said'i zamanın aranan, beklenen kişisi yapmasıdır. Her taraftan sık sık ziyaretine gelenler olurmuş. Çoğunluk ise avcı arkadaşları. Yaşlı bir köylü hem kendi gördüklerine hem de duyduklarına dayanarak şunları açıklıyordu bu konuda: Said'in dedesinden kalma bir odası varmış. Çevre köylerden ve daha uzak yerlerden Said'i ziyarete gelenler eksik olmazmış. Gelenler dedesinin köy odasında ağırlanır, bazen sabahlara kadar yarenlik edilir, çalınır; söylenirmiş. Gelenler bu odada gecelerlermiş. Bundan da anlaşılıyor ki Aşık'ın adı biliniyor ve söyleniyordu dillerde: “Said Avcı” şiirinde bunu kendisi de açığa vuruyor:
“Söylenir namımız halkın dilinde.”
Said'in bir tutkusu da şahan. Ava çıktığında olduğu gibi, çıkmadığı zamanlarda da elinde, omzunda şahanla dolaşırmış. Aşık'ın şahana olan sevgi ve tutkusunu şiirlerinde de görüyor ve bize verilen bilginin gerçek olduğu sonucuna varıyoruz:
Yavru bazım konmuş kolun üstüne,
Dökmüş saçlarını belin üstüne,
Şahinimi salmış idim yabana,
Mail oldum ben bir kaşı kemana,
Ün eyledim yüce dağlar salından,
Gözü kara bir balaban kuş ile,
Elde bazım kalktım keklik avına,
Yol alanda Ağzıboz'un dağına,
Bir şiirinde de şöyle duyurur kolundaki şahini:
Davet olsam dost köyüne okunsam
Yavru şahinimi kolda götürsem,
Bu örnekler dışında şahan, şahin, balaban, baz gibi adlarla bu kuşlara düşkünlüğünü belli eden satırlarına çokca rastlıyoruz.
Aşık Said'in, kadınlara olan eğilimi ayrı bir özelliği olarak çıkıyor karşımıza. Ne var ki bu noktadaki görüşler şehre ve köye göre değişiyor. Kırşehir'de kadınlara aşırı düşkünlüğünün kanısı yaşarken, kendi köyünde, “vardı, aşırı değildi” şeklinde söyleyenlere rastlıyorduk. Gelgelelim şiirleri ve hayatına ait kısa bilgiler birinci görüşü daha bir haklı çıkarır nitelik taşıyor.
Gene köyünden edindiğimiz bilgiye göre dindar, namazını kaçırmayan, çok dürüst ve doğru bir karakter adamı imiş. Zaten bu ve benzeri özelliklerinin sosyal yanı olan bütün şiirlerinde, kuşkuya yer kalmayacak şekilde tam bir açıklıkla görebiliyoruz.
Evet ozanın yaşadığı dönemle ilgili bilgiler şimdilik bu kadarla bitiyor. Bitiyor ama, bir perde eksiğiyle ancak. Derken bir gün gelmiş, bağlamış Said'i hasta döşeğine. Ne var ki, elinden ve dilinden alamamış türküsünü, koşmasını, destanını. Söylemiş, yazmış hasta yatağında bile yaşlı Ozan. Hem de geleceğini kestiren bir adamın acı gerçeklerini yaşıyordu artık. Biraz yakınmalı, tersine minnetsiz ve üstelik korkusuz:
Yüklettin bahranı kaçarım diye,
Kol kanat bağladın uçarım diye,
Şu yalan dünyadan göçerim diye,
Kırdın kanadımı kolumu felek
Gözümden akıttım demü zarımı,
Felek yaman aldın kolay yanımı,
Vadem yetti ise gel al canımı,
Sana minnet etmem bir canı felek,
Şu yalan dünyada yolumuz büke
Çevirdim yönümü yalvardım hakka
Giydirdin gömleğe istemez yaka
Yolumu yolsuza düşürdün felek
Hasta döşeğinde böyle yazan Aşık, ardından minnet etmediği canını da veriyor ve Toklumen'e gömülüyor. Yazık, bu kitabın hazırlığı amacı ile fırsat buldukça gittiğimiz bölgede, hele Aşık'ın kendi köyünde yaptığımız soruşturmalarda mezarının yerini bilen kimse çıkmamıştır.
Öldüğünde 75 yaşındadır. Yıl 18 İkinci Kanun 1326'dır. (18 Ocak 1910) Yastığının altından kendi el yazısıyla yazılmış “Son Türküsü” de çıkmıştır:
Said bu rüyaya aldanma boşa
Götür azık bir gün gelecek başa
Senin günahların gökleri aşa
Sana baki değil bu Tokluğemen
Evet Toklumen ona da kalmamıştır. Zaten o da herkes gibi, bu dünyada konuk olduğunu biliyor ve şöyle açıklıyordu önceden:
Anamın rahminden yere düşmeden
Dokuz ay yaslandım handa misafir
Bu gün geldim ise yarın giderim
Ben bir ulu kervan hana misafir
Gayri Aşık'ın da misafirliği bitiyordu.
Misafirliği bitmeyen ise onun sözleri, sazından kalan seslerdi. Bugün var olan yaşayan iki gerçek.
Nitekim Kırşehir ve Toklumen bölgesinde yaptığımız görüşmelerde, Aşık Said'i tanıyan yaşlıların bulunmadığını, kişiliği ve serüvenleri hakkında geniş ve net bilgiler verecek kimselerin kalmadığını gördük. Bulunanlar ise bir kaç kişiyi geçmişordu. Ayrıca o günlere yetişmiş olan bu kişilerin hemen hepsi henüz çocuk denecek yaşta olduklarından, gördüklerini ve duyduklarını hatırlayamadıkları gibi, bazıları bilgi sahibi dahi olamamış. Olanların çoğu da ya unutmuş, ya da hafzasında yanlış saklamış. Söz gelimi Aşık Said'in gelini, yani oğlu Seyfullah'ın karısına bir çok sorular sorduğumuz halde, notlarımıza girecek bir karşılık alamadık. Söz gelimi, “kayınpederin kaç evli idi” sorusuna, “bir evli” diye cevap verdi. Halbuki üç evli olduğu kesindi. Demek ki, Seyfullah'ın eşi olsa olsa Said'in son karısını hatırlayabiliyordu ancak.
Aynı gerçeklerin, Aşık'ın şiirleri için de geçerli olduğunu üzülerek söylemek zorundayız. Bu bakımdan aldığımız notlar, belli kişilerin birbirlerini tamalayan bilgilerine dayanmaktadır.
Kaynak : Sabit Kaya